Dünyayı gezerken bizi takip edin, maceramıza ortak olun !

Londra, İNGİLTERE

By 2/02/2015 ,



Londra’ya ayak bastığım ilk gün bu rengarenk şehrin ABD’ye çok benzediğini fark etmiştim. Bu düşünce ile içim ısınmış, Londra’ya kanım kaynamıştı. Her milletten insanı barındıran bu şehirde yaşamak epey eğlenceli olabilir düşüncesiyle kocamla ve bizi gaza getiren, yakın zamanda İngiltere vatandaşı olan dostumuzla burada iş kurma planları yapmaya başlamıştık bile :)




2013 yılı Ağustos ayının sonunda THY ile uçuş yaparak Londra Gatwick havaalanına iniş yaptığımızda kalbim pır pır çarpıyordu… İçimde hem Londra’ya ilk defa geliyor olmanın heyecanı hem de “Acaba sınır kapısından geçirecekler mi” endişesi vardı (bunda yıllardır anlatılan kapıdan çevrilenler hikayelerinin etkisi vardı). Ama korktuğum gibi olmadı ve kısa zaman sonra arkadaşımızın evine doğru giden trende Londra’nın tadını çıkarmaya başladık :)


Gatwick tren istasyonundan 15 pounda bilet alıp merkez gar olan Victoria’ya geçmemizle seyahatimiz başlıyordu. Acıkmış olduğumuz fark edip yüzlerce sandviç zincirinden sadece biri olan Upper Crush’tan sandviçlerimizi alıp afiyetle hüplettik. Ardından merkez istasyondan “oyster” denilen toplu taşıma kartını alıp arkadaşımızın evinin bulunduğu “Paddington” bölgesine geçtik.


Londra’da ev kiralarının çok pahalı olduğunu duymuştum ama arkadaşımın toplam 20 m2’lik stüdyo dairesine 900 pound kira verdiğini öğrenince yine de şok olmuştum. Bu stüdyo dairenin içinde 5 gün boyunca 3 kişinin yaşaması tam anlamıyla bir maceraydı :)

İlk gün 1 saat kadar soluklandıktan sonra kendimizi hemen dışarı attık. 23 numaralı, iki katlı klasik Londra otobüsüne binip Londra’nın kalbi Oxford street’e vardığımızda karşımıza sınırsız restoran, kafe ve birbirinden renkli mağazalar çıkıyordu. Tabi ki Primark ve Topshop gibi en ünlü mağazalara uğramadan geçmedik. Ardından Regent street’e saptık ve moda severlerin ilgisini çekebilecek şık mağazalarla karşılaştık.

Oxford Street

Oxford Street

Oxford Street

Oxford Street


Yürüyerek Times Square’i andıran Piccadelly Circus’ı geçtik, şenlikli ve rengârenk Leicester meydanında, Meksika mutfağı sunan Ciquitoda’da yemek molası verdik. Sürahi ile margarita, nachos ve birbirinden lezzetli Meksika yemekleri eşliğinde 3 yakın dost olarak keyifli bir sohbete dalmıştık ve havanın kararmaya başladığını bile fark etmiyorduk. 

Piccadelly Circus

Piccadelly Circus

Piccadelly Circus

Piccadelly Circus

Piccadelly Circus

Leicester Square

Leicester Square

Leicester Square




Hava tamamen kararmadan Londra’nın en ünlü ve en büyük meydanlarından olan Trafalgar meydanına varmak için acele ederken bulduk kendimizi. Buradaki National Gallery ve Lord Nelson’ın 1805 yılındaki zarefi anısına yapılmış, Amiral Nelson anıtı önünde bol bol fotoğraf çekindik ve güzel havanın tadını doyasıya çıkardık. Haa bu arada havaya güzel dediğime bakmayın :) Londra standartlarına göre güzel ama Ağustos ayında bile ince mont gerektiren bir havadan bahsediyoruz :) Trafalgar meydanına ister Oxford Street’ten yürüyerek, isterseniz en yakın metro istasyonu olan Charing Cross’a gelerek ulaşabilirsiniz. 

Trafalgar Square

Trafalgar Square

Peki bu meydanın önemi nedir diye sorarsanız, hemen anlatayım :) Bugün Trafalgar Meydanı’nın bulunduğu alan 13. yüzyılda kralın alanıymış. 1812 yılında Kral IV. George, mimar John Nash’den alanı geliştirmesini istemiş. Ayrıca bu meydanda bulunan National Gallery, 1834 – 1838 yılları arasında inşa edilmiştir ve Van Gogh, Leonardo da Vinci ve Claude Monet gibi ünlü ressamların 2300’den fazla resim çalışmasının sergilendiği bir müzedir.

Trafalgar Square

Trafalgar Square

Trafalgar Square

Trafalgar Square

Trafalgar Square


Yolculuğun ve bütün günü yürüyerek geçirmenin yorgunluğu ile Bar Waxi O’Connars’a yaptığımız rezervasyonu iptal edip eve geçiyor ve akşamın geri kalanını şarap, peynir ve meyve eşliğinde geçirdik. 



Ertesi gün erkenden yola çıktık çünkü bu kocaman harika şehri karış karış gezmemiz gerekiyordu. Paddington’tan yürüyerek ilk olarak Londa’nın ünlü parklarından biri olan Hyde Park’a vardık. Hyde Park’ın alanı 1536 yılında Kral VIII. Henry tarafından Westminster Abbey'in keşişlerinden alınmış ve avlanma amaçlı kullanılmıştır. 1637 yılında Kral I. Charles tarafından halka açılmıştır.
Buranın gözlerimizi ve ruhlarımızı dinlendiren yeşili bize özlediğimiz (maalesef ki memleketimizde göremediğimiz) manzaraları hatırlatıyor ve parkta daha uzun zaman geçirmemiz gerektiğini anlatıyordu. Kahvaltımızı da Hyde parkın içindeki Serpentine gölü manzaralı Benugo kafede yaparak güne güzel bir başlangıç yaptık. 

Hyde Park

Hyde Park

Hyde Park

Hyde Park

Hyde Park

Hyde Park

Hyde Park

Hyde parkı bırakıp yürümeye devam edince karşımıza parkın kuzeybatısında bulunan, John Nash tarafından tasarlanmış Marble Arch çıkıyordu. Bu yapı 1837 yılında Buckingham Sarayı'na ait zafer girişi olarak yapılmış, sonrasında ise buraya taşınmıştır. John Nash o dönemde mimari çalışmaları ile şehrin yüzünü değiştirmekle görevlendirilmiştir ve Regent Street, Buckingham Palace ve Regent Park civarında birçok esere imza atmıştır. 

Marble Arch

Marble Arch

Marble Arch

Daha sonra yol bizi Diana Princess of Wales Memorial Walk’tan geçerek Buckingham Sarayına doğru götürdü. Bu yol ve çevresindeki alanlar Royal Park olarak adlandırılmaktadır.

Memorial Walk

Memorial Walk

Memorial Walk


Memorial Walk

Memorial Walk

Memorial Walk

Buckingham Sarayı İngiliz kraliyet ailesinin sahip olduğu saraylardan biri ve Londra’da en çok ziyaret edilen noktalardandır. Saray Buckingham Dükü John Sheffield tarafından 1705 yılında kır evi olarak inşa edilmiştir. 1826’da ise Kral IV George, ünlü mimar John Nash’den evi genişletmesini istemiş ve yapı bugünkü halini almıştır.


Buckingham Sarayı

Buckingham Sarayı’nın bir kısmı hala kraliyet ailesi tarafından kullanılmaktadır. Yaklaşık 600 odası bulunan sarayda bir balo salonu, resim galerisi ve yüzme havuzu bulunmaktadır. Kraliçenin sarayda olduğu günlerde özel bir bayrak çekilmektedir. Sarayın bazı kısımları yaz aylarında kraliyet ailesi üyeleri burada değilken ziyaret edilebilir fakat bunun çok nadir bir durum olduğu söyleniyor ve tabi ki biz de denk gelmedik :)


Buckingham Sarayı

Buckingham Sarayı

Kraliyet koleksiyonlarının sergilendiği Queen’s Gallery ise ziyarete açık bir bölümdür. Sarayın hemen önünde 1911 yılında Kraliçe Victoria adına inşa edilen Queen Victoria Memorial anıtı bulunmaktadır. Sarayın içi gezilemese de, gitmeden önce internetten o gün askerlerin değişim (Changing of the Guards) töreni var mı diye bir bakın ve sabah saat 11’den mutlaka önce orada olun.

Buckingham Sarayı

Buckingham Sarayı

Sarayın önünce bir sürü fotoğraf çekindikten sonra St James Parka doğru ilerledik ve aynı Hyde park gibi buraya bayılmıştık. Burası aslında Londra’nın en eski kraliyet parkıymış. St James Park’ın üzerine kurulu olduğu alan 1532 yılında VIII. Henry tarafından alınmış ve üzerine St James Palace inşa edilmiştir. Parkın halka açılması Kral II. Charles’ın emri ile gerçekleşmiştir. Park, yüzyıllar boyunca hayvanat bahçesi, rezervuar gibi çeşitli şekillerde kullanılmıştır. St James Park 1830 yılında John Nash tarafından tekrar tasarlanmış. Park içerisinde yer alan gölde 15’e yakın canlı yaşamaktadır; en çok dikkat çekici olanlar ise pelikanlardır.


St James Park

St James Park

 St James Park

St James Park

St James Park

St. James parkından sonra yürümeye devam ederek Westminster metro durağına vardık. Burası aslında meşhur Big Ben saat kulesinin olduğu yer ama burada fazla vakit kaybetmeden bu özel noktayı ertesi güne bırakmaya karar verdik ve metroya atladığımız gibi soluğu Canary Wharf station’da yani Londra’nın finans merkezinde aldık.

Westminster
Westminster 

Westminster 


Big Ben


Canary Wharf

Canary Wharf

Bu kadar yürümek gezmek yeter mi? Tabi ki hayır :) neyse ki Ağustos ayındayız ve günler yeterince uzun daha ancak öğlen olmuş :) Canary Wharf’tan sonraki durağımız Greenwich parkı.

Greenwich park

Kısaca GMT yani Greenwich Mean Time denilen, 0 meridyeninin geçtiği, Londra’nın güneydoğusundaki bir kasabadan bahsediyorum. Metrodan çıkar çıkmaz bizi meşhur Cutty Sark gemisi karşılıyordu. Cutty Sark, 19. yy’da İngiltere Çin arasında seyahat etmiş son gemiymiş. Gördüğümüz bir sonraki yapı National Maritime Museum (Ulusal Denizcilik Müzesi) idi. Bu müzede deniz altı hazineleri ve denizcilerin hikâyeleri ilginizi çekebilir. Giriş ücretsizdir. Ve sonunda sıra asıl önemli noktaya yani Greenwich parkına ve tepedeki sıfır meridyenine geliyordu. Uzunca bir yürüyüş sonunda vardık ama açıkçası burayı gözümde fazla büyütmüşüm sanırım :) Yanlış anlamayın, gitmeyin demiyorum ama yıllarca okuduğunuz ve duyduğunuz bir yeri biraz daha gösterişli ve farklı beklerdim. Yine de Londra’ya seyahat planlıyorsanız burası görülmesi gereken en önemli yerlerdendir. Zaten parkın içi de çok güzel ben eşim ve arkadaşımızla harika vakit geçirdik :)

Cutty Sark

Greenwich park


Greenwich park


Greenwich park


Greenwich park


Greenwich park


Greenwich park


Greenwich park




Tekrar Londra şehir merkezine dönmeden önce şu meşhur schnitzel’in tadına bakmak ve karnımızı doyurmak için Trafalgar Tavern diye bir restoranda girdik ve bir nebze de olsa soluklandık. 







Metroya binip şehir merkezine geri döndüğümüzde ilk hedefimiz Londra’nın simgesi Tower Bridge’i görmekti. Tower Bridge’e görebileceğimiz noktaya varmadan önce karşımıza 11. yüzyılın başında Kral William tarafından yaptırılmış Tower of London çıkıyordu. Bu kale krallara ev sahipliği yaptığı gibi, inşa edildiği dönemde ve sonrasında uzunca bir süre kralın siyasi düşmanlarının hapsedildiği, işkence edildiği ve öldürüldüğü bir yer olmuştur. Kalenin en popüler ziyaret noktasının kraliyet ailesinin mücevherlerinin sergilendiği bölüm olduğunu öğreniyoruz. Gidecek olursanız bu bölüme göz atmalı mutlaka sanırım :) Bizim pek ilgimizi çekmedi ve hedefe odaklanarak Tower Bridge’i görebileceğimiz bir noktaya doğru azimle yürümeye devam ettik. 

Tower of London


Ve işte orda… Thames Nehrinin üzerinde bütün görkemi ile Londra’nın en ünlü sembolü tarih ve mimarlık harikası Tower Bridge karşımızda…


Tower Bridge

Köprü yakınındaki Tower of London ile uyumlu olması istenildiği için, mimar Horace Jones ve John Wolfe Barry tarafından 1894 yılında, Victorian tarzda yapılmış. Köprünün yapıldığı dönemde Londra’nın doğusu kalabalıklaşmaya başlamış ve şehrin iki kıyısı arasında bir geçişe ihtiyaç duyulmuş. Thames Nehri üstündeki deniz trafiğinin yoğunluğu düşünülerek Tower Bridge açılır kapanır şekilde yapılmış. Dilerseniz köprünün içini de ziyaret edip hem köprünün mekanizmasını hem de Londra’yı bu açıdan da görme şansını yakalayabilirsiniz.

Tower Bridge


Tower Bridge


Tower Bridge


Tower Bridge




Saatlerimiz artık akşam altıyı gösterirken yine yorulduğumuz hissediyorduk ve dinlenmek için Tower Bridge yakınlarındaki, eskiden bir ticaret limanı olan ama şimdi modern bir marinaya dönüştürülmüş St Katharine Docks’a geçip burada kahve molası verdik. Rastgelen geldiğimiz bu marina bizi büyülüyordu. Çiçekler, renkler, yatlar, kafeler, restoranlar, her şey harika… 



St Katharine Docks


St Katharine Docks


St Katharine Docks


St Katharine Docks


St Katharine Docks


St Katharine Docks


Kahve molasından sonra, gün batımını izlemek için, uzaktan gördüğümüz Tower Bridge’e yaklaşmaya karar veriyoruz. Bu köprünün bir harika olduğunu yakından da görüp onaylıyoruz :) Köprünün üzerinden yürüyerek karşıya geçerken “Evet gerçekten de Londra’dayım” diyorum :) çünkü Londra’yı gerçekten de Tower Bridge’den daha iyi anlatan bir yapı yok.

Tower Bridge

Tower Bridge


Tower Bridge


Tower Bridge


Tower Bridge


Tower Bridge

Karşıya geçtiğimizde ilk olarak bizi, adını Kuzey İrlanda başkentinden alan, inşaatı 17 Mart 1938 yılında St Patrick Günü’nde tamamlanmış, ilk Kraliyet donanması gemisi Belfast karşılıyor. Savaş gemisi meraklıları gemiyi gezebilirler zira burası artık müze olarak kullanılmakta.

Belfast

Belfast

Thames nehrinin kıyısından “Queen’s walk” denilen yoldan yürümeye devam ediyoruz. Bakın bakalım bu yol üzerinde objektifimize neler takıldı :)

Queen’s walk

Queen’s walk


Nehrin bu yakasını yeterince gördüğümüze kanaat getirdikten sonra Londra’nın en modern köprüsü olan ve 2000 yılında inşa edildiği için adına “Millenium Bridge” denen köprünün üzerinden karşıya geçtik ve karşımıza ihtişamlı St. Paul Cathedral çıktı.

St Paul Katedra’li Avrupa’nın en büyük katedrallerinden biridir. 2 Eylül 1666 tarihinde başlayan ve Londra’nın büyük bir kısmını yok eden büyük yangından St. Paul Katedrali de payını almış. Bu yangında yaklaşık 13.200 ev ve 89 kilise yok olmuş ve St. Paul Katedrali de bunlardan biriymiş. Büyük yangının ardından 1699 yılında Christopher Wren ile gotik katedralin yerini alacak bir katedralin inşası için görüşülmüş ve katedralin günümüzde gördüğümüz hali 1675 – 1711 yılları arasında inşa edilmiş.


Millenium Bridge


  Millenium Bridge

St. Paul Cathedral

Hava karardıktan sonra Londra’da yapılacak en güzel aktivite nedir diye sorsanız, kuşkusuz ki iki cevap alırsınız: Pub’da bira içip gece hayatının tadını çıkarmaca veya Londra’yı gece gözüyle kuş bakışı görmek için London Eye’ın uzun kuyruğuna girmece :) Biz ikisini de yaptık ama bu akşam için tercihimiz uzun kuyruk oldu :)

London Eye

London Eye aslında sadece basit bir dönme dolaptır fakat her gün 3,5 milyon turist tarafından ziyaret edilerek Londra’daki popüler turistik noktalardan biri olmuş. Her gelen turist mutlaka buraya uğrar çünkü burası bir nevi Londra’nın simgesi (Tower Bridge’den sonra). Thames Nehri kenarında Jubilee Gardens’da bulunan bu dev dönme dolap 135 metre uzunluğundadır. Milenyum için düzenlenen bir tasarım yarışmasına bu büyük dönme dolap fikri ile katılan Marks ve Barfield çifti yarışmayı kazanmış ve 1,5 yılda, 1700 ton çelik ve 3000 ton beton harcayarak, Avrupa’nın en büyük dönme dolabını inşa etmişler.

London Eye

London Eye’i her tarafından fotoğrafladıktan sonra sıra kapsüllerinden birine binip keyif yapmaya geldi. Dolabın turunu tamamlaması yaklaşık 30 dakika sürmektedir. Kapsüllerin her tarafı cam olduğu için Londra’yı 360 derece panoramik açıdan görmek mümkün. Kapsüle binmek için en iyi zaman gündüz mü gece mi diye sorarsanız gece derim çünkü biz gece bindik :) Şaka bir yana Londra’da yaşayan arkadaşımız ve başka birçok kişiden duyduğumuz buydu, gündüz gözüyle kuş bakışı Londra geceki kadar etkileyici değilmiş :) 

London Eye'dan Thames nehri manzarası

London Eye'dan Thames nehri manzarası

  London Eye'dan Thames nehri manzarası

London Eye

London Eye'da romantik dakikalar :)

Ve işte Londra’daki son günümüze uyandık. Bugün arkadaşımız yanımızda değil çünkü artık işe gitmek zorunda :) Aldık elimize haritaları gezmediğimiz noktaları işaretleyip yola koyulduk. Önce Oxford Street’a kadar otobüsle geçip Pret’a’Manjer’de kahvaltı ettik. Ardından British Museum’a doğru yola çıktık.



British Museum, günümüzde yaklaşık 7 milyon nesneyi bünyesinde bulunduran, Londra’nın en ünlü müzesidir. 1753’de Sir Hans Sloane’ın 71.000 nesnelik koleksiyonunu bağışlaması ile oluşturulmuş müzenin koleksiyonları 4 ana bölümde toplanmıştır: eskiçağ yapıtları bölümü (Mısır, Eski Yunan, Antik Roma, İngiltere, Ortaçağ ve Doğu yapıtlarından oluşan koleksiyonların olduğu bölüm), sikkeler ve madalyalar bölümü, baskılar ve çizimler bölümü ve etnografi bölümü (günümüzde ayrı bir yapıda bulunan Museum of Mankind). En göze çarpan koleksiyonlardan biri, birçok heykel, Ramses firavunu, ilk hiyeroglif yazı olan Rosetta Stone, mumyalar ve tabutların bulunduğu Mısır koleksiyonudur. “Antique Turkey” bölümünü de gezmeden dönmeyiniz tabi :)


British Museum


British Museum


British Museum


British Museum


British Museum


British Museum


British Museum


British Museum bahçesi


Ünlü müzeye de yeterince vakit ayırdığımıza kanaat getirdikten sonra sıra Londra’nın bir başka ünlü yapısı Westminster sarayı ve Big Ben’e geldi.

Westminster sarayı ‘House of Parliament’ olarak bilinen parlamento binasıdır. 1265 yılında bu yapıda Lordlar ve Avam Kamarası olmak üzere iki tane kamara oluşturulmuştur. Lordlar Kamarası, Avam Kamarası’nın kalıcı bir yeri yokken onları Westminster Sarayı’nda ziyaret etmiş. Kral VIII Edward maiyetini 1530 yılında White Hall Sarayı’na taşıdıktan sonra Lordlar Kamarası buluşmalarını bu sarayda yapmaya devam etmiş. 1547 yılında Avam Kamarası da buraya taşınmış ve Westminster Sarayı o günlerden günümüze hala bu önemini taşımaktadır. Saray 1834 yılında yangında zarar gördükten sonra 1870 yılında neo gotik tarzda onarılmış. 30 yıldan fazla süren inşa sonrasında yapıya Big Ben, Victoria Kulesi, Westminster Salonu ve lobiler eklenmiş.

Westminster Sarayı

Westminster Sarayı

Big Ben, sarayın saat kulesidir. Resmi adı Saint Stephen’s Tower (Aziz Stephen’in Kulesi)’dır. Londra’nın en ünlü sembollerinden olan Big Ben, 19. yüzyılın ortalarında inşa edildiğinde dünyadaki en büyük kulelerden biriymiş. “Big Ben” adı aslında kulede yer alan beş çandan biri için kullanılır. 16 ton ağırlığındaki bu çan, saati gösterirken diğer dört tanesi çeyrek saatleri gösterir. Big Ben tam saati göstermesi ile bilinir ve yapıldığı günden itibaren saati çok nadir yanlış göstermiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında yakınındaki birçok yer zarar görse de Big Ben çalışmaya devam etmiştir.


London Eye ve Thames nehri


London Eye ve Thames nehri


Londra’daki son günümüzün son noktası ise Covent Garden oldu. Kalabalık ve rengarenk sokaklardan oluşan bu nokta sanırım favorim oldu. Sokaklarda uzun uzun dolaştıkça birbirinden güzel pastaneler, restoran, kafe, pub ve mağazalar çıktı karşımıza. Sokak sanatçıları ise ortamı daha da eğlenceli hale getiriyorlardı. Keşke daha çok vaktimiz olsa da burada bütün günümüzü geçirsek diye hayıflandık.

Covent Garden

Covent Garden

Covent Garden

Covent Garden


Covent Garden


Covent Garden’ın hemen merkezinde cam çatılı bir sebze meyve pazarı bulunur ve esas Covent Garden’ın burası olduğu söylenir. Covent Garden’ın kurulduğu alan Orta Çağlarda sebze ihtiyacını karşılayan tarlalar ile kaplıymış. 1540 yılında Kral VIII Henry bu alanı Bedford dükü John Baron Russell’a vermiş. 1632 yılında dönemin Bedford dükü Francis Russell tarafından bölgenin yenilenmesine karar verilmiş ve mimar Inigo Jones ile görüşülmüştür. İtalyan meydan mimarisinden etkilenen Jones, Londra’nın ilk halk meydanını inşa etmiştir.


Covent Garden


Covent Garden


Covent Garden



Sivil savaşın başlaması ile Covent Garden ve çevresindeki varlıklı kesim de zorluklar yaşayınca, meydan boş kalmış ve yapıların çoğu dükkan olarak kullanılmaya başlamış. Londra’daki büyük yangın şehrin büyük kısmını etkileyince dükkanların çoğu Covent Garden’a taşınmış. 1830 yılında merkezi bir pazar binası inşa edilmiş ve cam bir çatı eklenmiş. 1870 yılında çiçek pazarı ve 1904 yılında Jubilee pazarının eklenmesi ile kompleks günümüzdeki görünümünü almış.
  

Covent Garden’a aynı adı taşıyan metro istasyonundan ya da Leicester Square’da inip yürüyerek ulaşabilirsiniz. Avrupa’nın her şehri gibi, Londra da yürüyerek gezilmeyi hak ediyor bence. Size tavsiyem “bu şehir fazla büyük” demeden, yorulsanız bile yürümeye devam edin ve detayları, sokakların güzelliğini kaçırmayın.



Son gecemizi de akşam arkadaşımızla bir pub’da buluşarak noktalıyoruz. Ertesi sabah eve dönüş ve bir sonraki gezimiz olan Mallorca ve Barselona için hazırlanmaca :)



Bir başka gezi yazısında buluşmak üzere...

7 comments

  1. Bayıldımmmmmm bayıldım, hem de çok resimler harika ayyyy ben de gitmek istiyorum :) ayrıca siz de muhteşemsiniz, çok güzel geçmiş gerçekten iyi ki paylaştın canım, ben de kendime çok resim koyuyorsun koyma bu kadar derken baktım sen de benim gibi bol foto koymuşsun ama böyle harika oluyormuş :) bu arada kırmızı pencereli binaya bittimmm resmen, benim de blogumda yılbaşı tatilimin 1. yazısı var tatlım bakmak istersen :) www.lifeofyasmina.com
    sevgiler,

    YanıtlaSil
  2. Yaa bende Londra'yı görmeyi çok isteyenlerdenim. Buarada maşallah nazar değmesin size ya ne güzel eşinle bol bol geziyorsunuz. :)

    YanıtlaSil
  3. Gezi fotoğraflarına bakmaya bayılırım. Seninkilere ayrı bayılıyorum. Kısa, öz, doyurucu ve bol fotoğraflı. Sonuna kadar okudum. Ben de gidersem inşallah bu bilgilerden yararlanırım. Bu arada bir şehri tanımak için en iyi yapılması gereken yürümek, yürümek, yürümek :)))))

    YanıtlaSil
  4. Çok tatlı bir çift gordumk i bennn cancanlarım , çok guzel anlatmışşın kujum gıtmış kaddar oldum....optum :-*

    YanıtlaSil
  5. Wow picture overload. I loved them all!

    xoxo,
    http://petitemaisonoffashion.blogspot.com/ ♥

    YanıtlaSil
  6. Amazing pics, I love London!
    Can't wait to go there next time! :D
    xxx
    S
    http://s-fashion-avenue.blogspot.it

    YanıtlaSil
  7. cnm yine harika kareler yakalamışsın ne güzel eğlenmişsin! ben de bir an orada olmak istedim:)))

    YanıtlaSil